Mehdi as, İsa as ve Deccal as hakkında seçilerek derlenmiş Hadisi Şerifler

“Sizler bir canibi karada, bir canibi deryada olan bir şehir işittiniz mi?.. Sahabiler: − Evet, işittik, yâ Rasûlullâh? − İshak oğullarından yetmiş bin kişi o beldeye gaza etmedikçe kıyamet kopmaz... Bu gaziler o beldeye gelip, konakladıkları zaman, silah ile harp etmezler, ok da atmazlar... “Lâ ilâhe illâllâhu vallâhu ekber” derler... Bunun üzerine o şehrin iki canibinden biri düşer... Sonra ikinci defa; “Lâ ilâhe illâllâhu vallâhu ekber” diyecekler... Akabinde şehrin diğer canibi de düşecektir... Sonra üçünçü defa bu sözü tekrar edecekler... Bunu takiben kendileri için bir gedik açılacak ve buradan şehre girecekler ve ganimetlere nail olacaklardır... Gaziler ganimetleri taksim etmekle meşgûl bulundukları sırada birdenbire imdat isteyen bir feryatçı gelir ve: − Muhakkak DECCAL çıkmıştır, der!.. Bunun üzerine gaziler her şeyi terkederek geri dönerler...”(*) (*)Şehrin bu fethinin kıyamete yakın ve Deccal’in zuhurundan evvel olacağı, çetin bir harp yapmaksızın, sadece zikir ile tahakkuk edeceği bildirilmektedir... Bu hadîs-î şerîf ile ilgili gördüğümüz için Sultan Fatih ile bir velî olduğu nakledilen Akşemsettin arasındaki konuşmaya burada yer vermek istiyorum: “Sultan Mehmet’in çeşitli kimseler tarafından İstanbul gazasından menedilmek istendiğini duyan Akşemsettin, Sultan Mehmet’e şu bilgiyi verdi: − Evvela Kostantiniyye’yi Sultan Mehmet feth edecektir... Sonra Beni Esfer alır. Beni Esfer elinden de MEHDi alır... ” (Tezkiret’ül Evliya, Sayfa:161)(M.Z.K.) *** Bir sabah Rasûlü Ekrem AleyhisSelâm Deccal’dan bahsederken, onu zem ve tahkir etti... Ve onun ne büyük bir belâ olduğunu belirtti... Öyle ki, biz onu Nahl civarında zannettik... Vakta ki O’nun yanına gidince, bizdeki hüzün ve teessürü anladı da: − Size ne oluyor? dedi... − Yâ Rasûlullâh, sabahleyin Deccal’dan bahis açarak, onu tezyif ettiniz ve ne büyük bir belâ ve fitne olduğunu söylediniz... Hatta biz onun Nahl denilen yerde olduğunu zannetmiştik... dedik. Bunun üzerine: − Sizin için en çok korktuğum Deccal’dan başkalarıdır... Sizin için, Deccal’dan daha çok başka şerrlilerden korkarım!.. Şayet Deccal, ben sizin yanınızda iken zuhur ederse, yalnız başıma onu cevap veremez hâle getirip,susturur ve davasını iptal edebilirim... Eğer ben aranızda değilken çıkarsa, artık herkes kendisini müdafaa edip, onun şerrinden korunmalıdır... Zaten Allâhû Teâlâ, her müslümanı onun şerrinden himaye buyuracaktır... Deccal, son derece kıvırcık saçlı, gözü dışına fırlamış bir gençtir... Ben onu sanki Katan oğlu Abdül Uzza’ya benzetiyorum... Her kim, Deccal’e yetişirse, ona karşı KEHF Sûresi’nin evvelinden ve âhirinden on âyet okusun... Bu âyetler, sizi onun tasallutundan korur... Deccal, Şam ile Irak arasındaki yoldan çıkıp, Arapların üzerine yürüyecek... Öncülerini sağa sola gönderip, şerrlerinden hiçbir kimse emin olmayacaktır... O zamanda mevcut olan ey müminler, dininizde sebat ediniz!.. − Yâ Rasûlullâh, yeryüzünde ne kadar kalacaktır?.. − Kırk gün kalacak, bir günü bir sene, ve bir günü bir ay, ve bir günü de Cuma kadar... Diğer günleri de sizin günleriniz gibi olacaktır... − Yâ Rasûlullâh, bir sene hükmünde olan o günde, bize bir günün namazı kifayet eder mi?.. diye soruldu. Rasûlü Ekrem: − Hayır, kifayet etmez!.. Siz, ona göre namaz vakitlerini tahmin ve takdir ediniz... Her yirmi dört saati, normal günler gibi zamanlara ayırarak, beş vakitlik namazlarınızı kılınız... − Yâ Rasûlullâh, Deccal’in sürat-i seyri nasıldır?.. − Şiddetli rüzgâr önünde bulut sürati gibi mesafe kateder... Bir kavmin yanından geçer, onları, “Kendisinin Rableri olduğuna inanmaya” davet eder... Onlar da ona iman ve icabet ederler... O da bulutlara emreder, yağmur yağar; yere emreder, istidraç kabilinden otlar biter... Hayvanlar da meralardan fevkalâde besili ve sütlü olarak dönerler... Sonra Deccal başka bir kavme gelir, onları da “Kendisinin Rableri olduğuna inanmaya” davet eder... Lâkin onlar bu daveti kabul etmeyip, reddederler... Ve tevhid dininde sebat ederler... Deccal onların yanından döner; bu defa o kavimden yağmur kesilir, otlar kurur... Mera olmadığı için hayvanlar da ölür... Mal namına ellerinde hiçbir şey kalmaz... Deccal harap bir yere uğrar; oraya: “Define, madenlerini çıkar deyince!” deyince, bal arılarının beylerini takip ettikleri gibi, defineler de süratle Deccal’i takip ederler... Sonra Deccal tam mânâsıyla kuvvetli bir genci tanrı olduğuna iman etmeye davet eder... Kabul etmediğinden dolayı öfkelenerek, o delikanlıya bir kılıç havale eder ki, hedefe atılmış ok gibi süratle, delikanlının vücudunu birbirinden bir hedef kadar uzak iki parçaya böler... Onu tekrar hayata kavuşturduktan sonra, yine tanrı olduğuna inanmaya davet eder... Delikanlı beşûş bir çehre ile güler... − Bu adam nasıl iflâh olabilir?.. der. Delikanlı bu vaziyette iken, Allâhû Teâlâ, Meryem’in oğlu Mesih (İsa)’yı gönderir... İsa AleyhisSelâm, boyanmış iki hulleye bürünmüş, ellerini de iki meleğin kanatları üzerine koyarak Dimişk (Şam)’ın doğusundaki Minare-i Beyzâ’ya iner... Başını eğince, hamamdan çıkmış gibi, tertemiz bir hâlde terler... Başını kaldırdığı zaman da, saçlarından inci taneleri gibi nûrânî damlalar iner... O’nun soluğunu koklayan kâfir mutlaka ölür... O nefes, göz alabildiği yere kadar uzanır... İsa AleyhisSelâm Deccal’i aramaya koyulur... Nihayet onu Bâbı Lut’ta, Mescidi Aksa’ya yani Kudüs’e yakın bir yerde yakalar ve öldürür... Sonra Hazreti İsa’nın yanına, Deccal’in şerrinden Allâh’ın muhafaza buyurduğu bir kavim gelir... İsa AleyhisSelâm, onlara ikram olmak üzere, yüzlerini mesheder. Onların korkularını giderir... Cennetteki derecelerini haber verir... Bu sırada Allâhû Teâlâ, Hazreti İsa’ya şöyle vahyeder: “Ben sana, itaat ve inkiyaf eden bir cemaat meydana getirdim. Hiç kimsenin onları öldürmeye gücü yetmez. O kullarımı Tur dağında muhafaza et” buyurulur... Bundan sonra Cenâb-ı Hak, Yecüc ve Mecüc denilen (İbni Arabiye göre bunlar Ruslar ve Çinlilerdir) iki büyük kavmi gönderir... Bunlar yüksek yerlerden akın edeceklerdir... İlk kafile Teberiye gölüne uğrayıp, oradaki suları tamamen içecekler, ikinci kafile de oradan geçecek ve vaktiyle burada çok su varmış diyecekler. Sonra Beytül Makdis dağına yürüyecekler ve yeryüzündekileri öldürdük, şimdi sıra göklere geldi, geliniz de gök yüzündekileri de öldürelim diyecekler, oklarını göklere doğru atacaklar... Allâhû Teâlâ onların attığı okları, istidraç olmak üzere, kana bulamış bir hâlde onlara iade edecek. İsa AleyhisSelâm ve ashabı Tur dağında mahsur kalacaklar... Öyle ki kuşatmanın şiddetinden bir öküz başı, onlardan her biri için, bügünkü paranızla yüz dinardan daha hayırlı olacak... Bunun üzerine Nebiyullâh İsa AleyhisSelâm ve ashabı, onların belâsından kurtuluş için Allâh’a yalvaracaklar... Allâhû Teâlâ onların dualarını kabul edip, Yecüc ve Mecüc kabilelerinin enselerine “Nugaf” (günümüzde yeni keşfedilen ve Yamyam virus adıyla tanınıp, insanı oniki ila onaltı saat arasında öldüren bir tür gibi) musallat eder. Sabahleyin çılgınların hepsi de, Allâh’ın kudretiyle tek bir nefes gibi bir anda helâk olurlar. Sonra, İsa AleyhisSelâm ve ashabı, Tur dağından aşağı inerler... Yeryüzünde onların kokmuş leşlerinden bir karış yer bulamazlar... Yine İsa AleyhisSelâm ve ashabı Allâh’a yalvarırlar da, Cenâb-ı Hak deve boynu gibi kuşlar gönderir. Onlar leşleri alıp, Allâh’ın istediği yere atarlar... Sonra Cenâb-ı Hak pek çok yağmur indirir de, ondan hiçbir ev ve çadır mahsun kalmaz... O yağmur bütün yeryüzünü yıkar, ayna gibi tertemiz, yemyeşil bir hâle getirir... Sonra yeryüzünde; meyvalarını verir, evvelki gibi, onun kabuğu ile gölgelenirler... Meraya gönderilen koyun, sığır, keçilerin de sütleri bereketli olur... Öyle ki sağmal devenin sütü, kalabalık bir cemaati, sığırın sütü bir kabileyi; koyunun sütü de, yakın akrabadan bir cemaati doyurur... İşte bunlar böylece bolluk içinde, böylesine refaha kavuşmuş bir hayat geçirirken, Cenâb-ı Hak hoş bir rüzgâr gönderir. Bu lâtif rüzgâr, halkı koltuklarda; her mümin ile müslimin ruhunu kabzeder. Ortada en şerrli insanlar kalır... O zamanda, insanlar yekdiğeriyle boğuşurlar, erkekler ile kadınlar merkepler gibi halkın huzurunda alenen cinsî münasebette bulunurlar... İşte bu fena adamlar üzerine de kıyamet kopar... *** “Muhakkak ki, Deccal’in iki gözünün arasında KÂFİR yazılmıştır... Onun amelini kerih görüp sevmeyen herkes o yazıyı okur... Şunu kati olarak biliniz ki, sizden hiçbir kimse ölünceye kadar, Aziyz ve Celiyl olan Rabbini asla göremeyecektir... ” *** Rasûlullâh, namazını bitirince güler bir hâlde mimber üzerine oturdu da; − Herkes namaz kıldığı yerinden ayrılmasın!.. Buyurdu.. Sonra da sordu: − Sizleri niçin topladığımı biliyor musunuz?.. Sahabiler: − Allâh ve Rasûlü en iyi bilendir!.. Rasûlullâh buyurdu: − Allâh’a yemin ederim ki, ben sizleri ne bir rağbet ve ne de bir korkudan dolayı toplamadım... Sizi toplamamın sebebi şudur: Temim ed Dâri Hristiyan bir kişiydi... Geldi ve biat edip İslâm Dini’ne girdi. Ve bana öyle bir hâdise anlattı ki, onun söylediği bu hâdise, benim sizlere Mesih Deccal hakkında anlattıklarıma uygun düşmektedir... Bana hâdiseyi şöyle anlattı: Cüzam ve Lâim kabilelerinden otuz kişiyle beraber, bir gemiye binmiş, dalgalar da bu gemideki yolcuları deniz ortasında bir ay çalkalayıp oyalamış... Sonra gemiyi bir adaya yaklaştırıp oraya sığınmışlar... Daha sonra, büyük geminin arkasında yedekte çekilen sandallara binip geceye kadar beklemişler... Sonra adaya çıkmışlar... Kendilerini gövdesi pek çok kıllı bir dabbe karşılamış; öylesine kıllı imiş ki, bu yüzden önünü arkasından ayırt edememişler... Gemi halkı o dabbeye sormuşlar: − Sen nesin?.. O da: − Ben Cessase’yim!.. cevabını vermiş. Sonra da o mahlûk konuşmaya devam etmiş: − Ey topluluk, siz şu Hristiyan manastırındaki adama gidiniz... Çünkü o, sizin haberinizi çok şiddetle arzu eder!.. Bu dabbe bize bir adamı tahsis kılınca, biz onun dişi bir şeytan olmasından korktuk ve süratle yürüyüp, nihayet manastıra girdik... Orada, cüsse bakımından, gördüğümüz insanların en irisi olan, iki eli boynuna, diz kapaklarıyla topukları arası birbirine demirle çok sıkı bir surette toplanıp bağlanmış bir insan ile karşılaştık... − Vay canına sen kimsin?.. diye sorduk. O: − Sizler benim haberimi aldınız... Binaenaleyh, siz kimler olduğumu bana haber verin!.. dedi. Gemi halkı: − Biz, Arap kavminden birtakım insanlarız... Deryaya bir gemiyle açıldık... Akabinde alışılanın üstünde dalgayla karşılaşıp, bir ay deniz ortasında çalkalandık... Sonra şu adaya sığındık... Müteakiben yedekdeki sandala binip adaya çıktık... Derken bizi vücudu çok kıllı ve bu yüzden önü arkası ayırt edilemeyen bir dabbe karşıladı... Biz: − Sen kimsin?.. diye sorduk. − Ben Cessase’yim!.. dedi. Biz: − Cessase nedir?.. dedik. − Hristiyan manastırında bulunan şu adama gidin... Çünkü o sizin haberinizi öğrenmeyi çok arzu eder... dedi. Bunun üzerine biz süratle koşup sana geldik... O dabbeden de korktuk, onun bir dişi şeytan olup olmadığını anlayamadık... Sordu: − Bana, Şam’da bir köy olan Nahl-ı Beysan’dan haber verin..? dedi. − Sen onun hâlinden ne soruyorsun?.. dedik. − Hurmalarından soruyorum!.. Onlar meyva veriyor mu?.. dedi. Biz ona: − Evet, veriyor!.. dedik. − Muhakkak onun meyva vermeme zamanı yaklaşıyor!.. dedi. − Bana Taberiye gölünden haber verin..? dedi. − Sen onun hangi hâlinden haber istiyorsun?.. diye sorduk. − Onda su var mıdır?.. dedi. Biz de: − Onun suyu çoktur!.. cevabını verdik. − Haberiniz olsun ki, onun suyunun çekilip gitmesi zamanı yaklaşıyor... dedi. − Bana Şam’ın kıble canibinde bulunan Aynu Zugâr’dan haber verin?.. dedi. − Aynu Zugâr’ın hangi hâlinden soruyorsun?.. dedik. − O pınarda bir su var mı?.. Ve oranın ahalisi o pınarın suyu ile ziraat yapıyorlar mı?.. diye sordu... − Evet, o suyu bol bir pınardır... Ahalisi de o pınarın suyundan ekip, ziraat yapıyorlar... dedik. − Bana NEBİYYÜL ÜMMİYYİN’den haber verin?.. O ne yapıyor?.. − Mekke’den çıkıp Yesrib’e (Medine) geçti!.. cevabını verdik. − Araplar O’nunla muharebe yaptılar mı?.. diye sordu. − Evet, yaptılar... cevabını verdik. − Allâh Rasûlü onlarla nasıl geçiniyor?.. diye sordu. − Araplardan kendisine dostluk gösterenler ve itaat edenlerle birlikte meydana çıkmıştır... diye cevap verdik. − Hakikaten bunlar oldu mu?.. dedi. Biz: − Evet, hepsi de oldu!.. dedik. − Muhakkak ki onların Allâh Rasûlü’ne itaat etmeleri kendilerine bir hayırdır... Şimdi de sizlere kendimden haber vereceğim... Ben Mesih (Deccal)’im!.. Bana çıkmak hususunda müsaade verilecek zaman yaklaşıyor... Müsaade edilince, ben yeryüzünde seyir ederim de, artık kırk gece içerisinde kendisine inmediğim hiçbir şehir bırakmam... Ancak, Mekke ile Medine müstesnadır... Bunların her ikisi de bana haram kılınmıştır... O iki beldeden birine girmek istedikçe, beni elinde sıyrılmış bir kılıçla bir melek karşılar ve beni oraya girmekten meneder... Muhakkak ki o şehirlere giren her bir yol üzerinde, o yolları koruyup beklemekte olan birtakım melekler vardır... Rasûlullâh bunları anlattıktan sonra, elindeki asası ile mimberi dürterek, Medine’yi kastederek; − İşte bu Taybe’dir (Medine)... İşte bu Taybe’dir... buyurdu. Haberiniz olsun, ben bunu sizlere söylemiş oldum mu?.. Diye orada bulunanlara sordu... Mecliste bulunanlar: − Evet, haber verdin, yâ Rasûlullâh!.. Rasûlullâh: − Temim’in anlattığı bu hâdise benim hoşuma gitti... Zira, o, benim sizlere Deccal’den Medine ve Mekke’den olmak üzere anlattıklarıma uygun düşmüştür... Haberiniz olsun ki; O, Şam denizinde, yahut Yemen denizinde... Hayır!.. O, muhakkak, maşrik (doğu) tarafındadır... O, muhakkak doğu tarafındadır!.. Ve eliyle doğuyu işaret etti... *** Rasûlullâh AleyhisSelâm şöyle buyurmuştur: “İki büyük İslâm ordusu birbiri ile harp etmedikçe, kıyamet kopmayacaktır... İki camianın ikisi de bir iddiada oldukları (ikisi de İslâm ve Hak iddiasında bulundukları) hâlde, aralarında büyük bir harp olacaktır... Yine kıyamet kopmayacaktır; otuza yakın yalancı mel’ûn Deccal’ler türemedikçe... Bu Deccal’lerin hepsi de; “Ben Allâh’ın peygamberiyim iddiasında” bulunmadıkça... Yine kıyamet kopmayacaktır; (dinî ilme sahip âlimlerin ölümüyle) İslâmî ilim zeval bulmadıkça... Zelzeleler çoğalmadıkça... Zaman yakınlaşıp, geceyle gündüz bir olmadıkça... Fitneler zuhur etmedikçe... Adam öldürme vakaları çoğalmadıkça... Yine kıyamet kopmayacaktır; aranızda mal çoğalıp, sel gibi akmadıkça... Bir derecede çoğalacak ki, mal sahibi, malının zekâtını kim kabul eder diye endişelenecek... Hatta mal sahibi bazı kimselere zekât vermek isteyecek, fakat zekât arz ettiği kimse, benim zekâta ihtiyacım yok, diyecek... Gene kıyamet kopmayacak; halk yüksek apartmanlar yapmak yarışına çıkmadıkça... Ve bir kimse öbür şahsın kabri yanından geçerken, “keşke bunun yerinde ben olsaydım” diyerek ölümü temenni etmedikçe... Güneş batıdan doğup, insanlar bu hâdiseyi görünce toptan iman edecekler, fakat bu iman ve evvelce iman etmemiş olanlar, yahut imanında hayır ve fazilet kazanmayan kimselerin imanları; kendilerine fayda vermediği bir zamandır... Muhakkak ki kıyamet kopacaktır... Hem de, müşteri ile tüccarın pazarlığı bitmeden kopacak da, o pazarlık bitip libas devşirilemeyecektir!” Evet, birkaç yazımızda da, çoğu “Sahihi Müslim” adlı hadis kitabından aldığımız “Kıyamet Alâmetleri” ile ilgili bazı hadisleri yukarıda sizlere naklettik... Bunlardan sonuncusu “Sahihi Buhari”de de mevcuttu... Ayrıca gene bu hadislerin bazıları “Riyazüs Salihiyn” adlı hadis kitabından alınmıştır... Şimdi tekrar İslâm’ın onuncu yılına geçiyoruz...

Yorumlar

Popüler Yayınlar